16 Ekim 2017 Pazartesi

Kusursuz Mantık

KUSURSUZ MANTIK

Deliliğin övgü sayıldığı başka bir dünyada, aklının sınırlarını düşünmekten yırtınırcasına bir haz duyuyordu. Dehşet içerisinde uyandığı rüyalarının gerçek olup olmadığını anlayamayacak kadar aciz, onları sorgulayamayacak kadar ütopik bir kafanın kendi benliğinin bir yanılsaması olup olmadığı konusundaki ezeli düşünceleri üzerine kafa yormaya karar vermişti. Bir kişiliği tanımlayan kaç benlik olabilirdi ve bunların birbiriyle olan münasebeti, bir bütünü oluşturan parçaların uyumu ile çeşitliliğinden mi ibaretti yoksa sadece üst üste yığılmış personaların kemikleşmiş ve vücut bulmuş kalıbı mıydı? Evet gün içerisinde taktığı muhtelif maskların korkutucu ve bir o kadar da hayranlık uyandıran gerçekliğinin bilincinde olduğu halde, bunların hangi amaçlara hizmet ettiğini idrak etmekte akıl almaz güçlükler yaşıyordu. Umarsız, narsist ve donuk maskını taktığında kendini bir süreliğine dünyanın hakimi gibi hissederken, ardından gelen suçluluk ve hakkaniyet duygularının benliğinde mi yoksa kişiliğinde mi daha çok tahribata sebep olduğunu anlayamıyordu. Peki bunca tahribat bunca yara bere derinlerde hangi ihtiyacını besliyordu? Bir çocuk tırnaklarının yanındaki sert deriyi alışkanlıktan yemiyordu, hayır. Bir kadın evden çıktığında fırını kontrol etmek için yirmi altı kez can sıkıntısından dönmüyordu geri. Yaşlı bir adam çocukken yediği kelek karpuzu hatırlarken, evlatlarının isimlerini yorgunluktan unutmuyordu ya da yirmi beş yaşındaki genç, anlamsızca koştuğu yarışta kaçıncı olduğunu anlamak için sadece meraktan bakmıyordu her gece dönüp arkasına.

Zamanın kalabalıklığının beter bir tekilliği beraberinde getirerek, şamarı vurup vurup “acılara alışacaksın” demesinden öğrendiği kadarıyla, acıdan kaçış yollarını denemekten vazgeçmek zorundaydı. Savaşmak yerine onu kabullenip, bunun yol açtığı duygu-durum vaziyetini kollarını açarak selamlamalıydı. Her yeni gün arkasına sığındığı çamurlu masklarının anlamını bilmek zorunda, benliğinde vuku bulan çeşitli yüzlerin ne maksatla ortaya çıktığına dair yakaladığı ipuçlarının getirileri ile kavga etmeden onlarla barışmak ve kendini tanımak mecburiyetindeydi. Kendini tanımak için ise iç seslerine ihtiyaç duyuyordu. Peki insan iç seslerine ne derece kulak kabartmalıydı? Bir bireyin kaç farklı iç sesi vardı? Eğer kişiliğimiz onu oluşturan benliklerden, benliklerimiz onu oluşturan alt benliklerden ve alt benliklerimiz de sayamadığımız personalarımızdan oluşuyorsa, tek bir iç sesin varlığından söz edilebilir miydi?

Diğer bir konu da sevişmek. Bir bireyle değil, birkaç bireyle de değil, somut bir varlıkla hiç değil kastettiğim; bir düşünce ile sevişmek. Bence çoğumuz farkında olmasak da aslında seviştiğimiz, bir insan değil; o insanı, o insanları, o varlıkları ete kemiğe büründüren düşüncelerimiz, düşlerimiz ve ütopyalarımızdan ibaret. Kendi kendini tatmin edebilen bir varlık insan denen canlı, öyle ki hazza ulaşmak için başka bir bedene ihtiyaç duymuyor. Bunun yanında insanı harekete geçiren davranışların amacı hazza ulaşmak iken iç seslerimiz (!) de buna erişebilmek için varını yoğunu ortaya koyup, çığlık atarcasına masklarını takmanı söylüyor. Tüm bunların ne anlama geldiğini düşündü. Bunları düşünmesinin altındaki ihtiyaç ne olabilirdi? Kendini tam olarak neyden korumaya çalışıyordu? Hangi acısıyla barışmak ya da hangisini görmezden gelmek için tüm bunları tartışıyordu beyninde? Gel gelelim deliliğin övgü sayılmadığı başka bir dünyada, aklının sınırlarını düşünmekten yırtınırcasına bir haz duyuyordu.
Seçkin Ç.

Ekim, 2017

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder