KUSURSUZ MANTIK
Deliliğin övgü sayıldığı başka bir dünyada, aklının sınırlarını
düşünmekten yırtınırcasına bir haz duyuyordu. Dehşet içerisinde uyandığı
rüyalarının gerçek olup olmadığını anlayamayacak kadar aciz, onları
sorgulayamayacak kadar ütopik bir kafanın kendi benliğinin bir yanılsaması olup
olmadığı konusundaki ezeli düşünceleri üzerine kafa yormaya karar vermişti. Bir
kişiliği tanımlayan kaç benlik olabilirdi ve bunların birbiriyle olan
münasebeti, bir bütünü oluşturan parçaların uyumu ile çeşitliliğinden mi
ibaretti yoksa sadece üst üste yığılmış personaların kemikleşmiş ve vücut
bulmuş kalıbı mıydı? Evet gün içerisinde taktığı muhtelif maskların korkutucu
ve bir o kadar da hayranlık uyandıran gerçekliğinin bilincinde olduğu halde, bunların
hangi amaçlara hizmet ettiğini idrak etmekte akıl almaz güçlükler yaşıyordu. Umarsız,
narsist ve donuk maskını taktığında kendini bir süreliğine dünyanın hakimi gibi
hissederken, ardından gelen suçluluk ve hakkaniyet duygularının benliğinde mi
yoksa kişiliğinde mi daha çok tahribata sebep olduğunu anlayamıyordu. Peki
bunca tahribat bunca yara bere derinlerde hangi ihtiyacını besliyordu? Bir
çocuk tırnaklarının yanındaki sert deriyi alışkanlıktan yemiyordu, hayır. Bir
kadın evden çıktığında fırını kontrol etmek için yirmi altı kez can
sıkıntısından dönmüyordu geri. Yaşlı bir adam çocukken yediği kelek karpuzu hatırlarken,
evlatlarının isimlerini yorgunluktan unutmuyordu ya da yirmi beş yaşındaki genç,
anlamsızca koştuğu yarışta kaçıncı olduğunu anlamak için sadece meraktan
bakmıyordu her gece dönüp arkasına.
Zamanın kalabalıklığının beter bir tekilliği beraberinde
getirerek, şamarı vurup vurup “acılara alışacaksın” demesinden öğrendiği
kadarıyla, acıdan kaçış yollarını denemekten vazgeçmek zorundaydı. Savaşmak
yerine onu kabullenip, bunun yol açtığı duygu-durum vaziyetini kollarını açarak
selamlamalıydı. Her yeni gün arkasına sığındığı çamurlu masklarının anlamını
bilmek zorunda, benliğinde vuku bulan çeşitli yüzlerin ne maksatla ortaya
çıktığına dair yakaladığı ipuçlarının getirileri ile kavga etmeden onlarla
barışmak ve kendini tanımak mecburiyetindeydi. Kendini tanımak için ise iç
seslerine ihtiyaç duyuyordu. Peki insan iç seslerine ne derece kulak
kabartmalıydı? Bir bireyin kaç farklı iç sesi vardı? Eğer kişiliğimiz onu
oluşturan benliklerden, benliklerimiz onu oluşturan alt benliklerden ve alt
benliklerimiz de sayamadığımız personalarımızdan oluşuyorsa, tek bir iç sesin
varlığından söz edilebilir miydi?
Diğer bir konu da sevişmek. Bir bireyle değil, birkaç
bireyle de değil, somut bir varlıkla hiç değil kastettiğim; bir düşünce ile
sevişmek. Bence çoğumuz farkında olmasak da aslında seviştiğimiz, bir insan
değil; o insanı, o insanları, o varlıkları ete kemiğe büründüren düşüncelerimiz,
düşlerimiz ve ütopyalarımızdan ibaret. Kendi kendini tatmin edebilen bir varlık
insan denen canlı, öyle ki hazza ulaşmak için başka bir bedene ihtiyaç
duymuyor. Bunun yanında insanı harekete geçiren davranışların amacı hazza
ulaşmak iken iç seslerimiz (!) de buna erişebilmek için varını yoğunu ortaya
koyup, çığlık atarcasına masklarını takmanı söylüyor. Tüm bunların ne anlama
geldiğini düşündü. Bunları düşünmesinin altındaki ihtiyaç ne olabilirdi?
Kendini tam olarak neyden korumaya çalışıyordu? Hangi acısıyla barışmak ya da
hangisini görmezden gelmek için tüm bunları tartışıyordu beyninde? Gel gelelim
deliliğin övgü sayılmadığı başka bir dünyada, aklının sınırlarını düşünmekten
yırtınırcasına bir haz duyuyordu.
Seçkin Ç.
Ekim, 2017